1938 – 1947 Dersim’den Sürgün edilenlerin Anıları
Alevi örgütlenmesinin kurucu emektarlarından, Stattalendorf Alevi Kültür Merkezi’nin kurucu başkanı Rıza Şirin’in, Dersim’den Çanakkale’ye sürgün edilen babaannesinin kendisine anlattığı sürgün anılarını kaleme aldığı yazı…
SÜRGÜN.
Bin dokuzyüz otuz yılında,
Mevsim yaz aylarının
sonlarıydı.
Can pazarından yeni kurtulmuştuk
Aç susuz, yalın ayaktıkü
yoksullukta başımızın belası.
Akşam geceleyin koydular yola bizi,
Kimseler görmesin, kaçarlar diye.
Memleketimin
dağlarına, ovalarına son kez baktım,
Gözlerimin pınarları sel oldu aktı durdu.
Götürüyorlar, koparıyorlar
bizleri buralardan, Orman
kokulu munzur dağından, taşından.
Alışmıştık soğuk sularına, kayalardan akan suyuna.
Ne sesimizi duyan var ne de bizi işiten.
Bu diyarlardan sürüldük yalın ayak ve
çıplan. Ellerim başıma gitmez
oldu omuzumdaki yükten. Başımızı
kaşıyacak fırsat bile yoktu.
Yedi nüfustuk kimisi hala çocuktu.
Ateşi gece yakardık görmesinler
diye, Meşe tanelerini
yemekle geçti geceler.
Emir verilmişti bir kere sürgün edilmeye.
Bir sabah güneşin şafakta doğduğu
valkit Varmıştık. Erzincan ovasının
eteklerine, Güneşin ışıkları
ovayı aydınlatoyordu .
Tren istasyonuna getirdiler
bizleri. Hiç götmedim
tren nedir nasıldır bu.
Düşündüm nereye götürecek bizleri kara lekeli,
Vagonlara koydular bizi bir büyük oda,
Ne kapısı açık ne
penceresi Vurdular
üstümüze kilidi kaçmasınlar diye. Herşeyimiz bu
vagonda, büyük küçük çoluk çocuk Kimileri hasta,
kimileri yasta, kimileri kucakta, Yalvardık,
çağırdık içimizden Hızır’ı orada Verdiğimiz
lokmaların hakkı için, Yardımımıza
yetişsin bozatlı hızır. Ne sesimizi duyan
var ne de işiten. Kaldık karanlıkların içinde
yıkıldık durduk. Çocuk feryatları yer içimi
durur, Ellerim kalakaz oldu götüreyim
koynuma, Memelerim de belki süt vardır
diye. Başımda dolanır bitler, yakamda
pireler, Günler oldu yıkanmayalı suya
hasret, Hastalar yavaş yavaş dökülmeye
başladı, Gözlerimde ışık kalmadı.
Ölüm yaklaşıyordu yavaş yavaş
sanki Direnmem gerekti iki kız üç oğlan
çocuktular, Bakarım yüzlerine dermansızca tutarım
ellerini. Durdurdular bir istasyonda treni
İhitiyacı olanların feryadı almıştı her
tarafı, İndirdiler vagondan üç cesedi.
Birisi ihtiyar sakallı ikisi çocuktu.
Bilmiyoruz neresi burası ne yapacaklar.
Ölülere mezar bile vermediler ne yaptılar,
Mezar taşına ne yazacaklar belirsiz,
Belki taş bile koymayacaklar,
Ölülerimiz bile tutsak olmuştu orada,
Sahip çıkamadık ölülerimize bile.
Üçgün üç gece sürdü yolculuk,
Kimisi indirildi çoktan
yollarda, Vagonun yarısı boşalımıştı
vardığımızda
Astamol diyorlardı geldiğimiz yere, İndirdiler
vagonlardan bizleri tek tek, Götürdüler
çadırlara koydular bizi, Nöbetçi
koymuşlardı çadırların önüne, ilk defa gemi
gördük,
Memlekette ne tren vardı ne deniz, ne gemi.
Dilini bilen de yok nöbetçinin sormaya
El ve kol işaretleri ile anlaşıyorlardı orda.
İki gün kaldık astamol çadırlarında,
Bir sabah vakti alıp götürdüler bizleri.
Bindirdiler bir gemiye
Pülümür çayının sesi gitmez kulaklarımda. Bir
akşam vaktinde vardık gemiyle limana, İndirdiler bizleri
gemiden, Burası Bandırma diye
söyleniyor. Okuma yazmamız mı vardı
okuyalım. İkişer aile ettiler böldüler
bizleri, Mektuplar verdiler ellerimize
bizim Kopardılar tanıdıklardan
birbirimizi, Korktuğum başıma geldi
dedim. Limanda gözlerimle
denize son kez baktım. Deniz sessiz, deniz
durgun, deniz suskun, Küçük dalgalar yüzüme güler
gibi. Gemide yolculuk daha rahattı çünkü
Sorumlu asker Çanakkale Çanakkale Mektubu uzattık
verdik kendisine. Sizler çadırlı
kamyona bineceksiniz, Oniki nüfustuk
bindirdiler biz kamyona. Hasan Kamer
Seyid Ali dediler, Sizler Çanakkale
Biga’ya söylendi asker. Bilmiyoruz ki neresi
orası nerededir. Hasan ve Kamer Türkçeyi
azda olsa Anlıyorlardı söylediklerini.
Nice dağlardan ovalardan aşırdılar, Getirdiler
bizleri Biga’ya ve oradan köye, Köyün
ismi selvi dediler işte bu köy. Asker köyün
muhtarına teslim etti bizi, Muhtara köylüler
bunların bir ay Yeme içme sorununu
karşılayacaksınız, Kendilerine ev verilene kadar
demiş. Yer bulana kadar köyün camisinde
kaldık, Dilimiz yok ki anlayalım
konuşmalarını, Neden sürüldük o meşeli
dağlardan, Ziyaretlerimiz vardı orada her yıl
giderdik, Kurbanlar keserdik çerağ yakardık,
Lokmalar dağıtırdık ocak başlarında,
Şimdi ne yapacağız buralarda.
Ezan sesi yabancıydı kulaklarımızaü
Anlamıyorum ne dediklerinden
İçimizden bize mi kızıyorlar acaba diye.
Misafir kaldık üç gün iki gece camide
Uyku girmez oldu gözlerimize.
İnsan yükü ağır olur başkalarının
üstünde.
Başımız örtülü yüzümüz kapalıydı Köylüler bakar
dururdu yüzümüze. Anlamaya çalışıyorduk
dillerini konuşmalarını. Öncelikle çocuklarla
başladık geldik göz göze. Kimimiz yalın
ayak kimimizin ki yırtık etek Elimizde yoktu yama
be iğne iplik dikek. Üçgün sonra çıktık cami
avlusundan Köyün en altında bir ev buldular
bize Duvarları kerpiçten üç odaydı göçtük
oraya Bir odasını çocuklara ve kadınlara
ayırdık, Birini erkeklere yarısı mutfak.
Köylüler bize yardım olsun diye
Kimisi tabak kimi yatak kimi mısır
ekmek.
Kamer Hasan Seydali kış gelmeden Odun yiyecek
temin etmek etmek gerek Yoksa soğuktan
kırılırız buralarda. İlk işimiz evin
dışını sıvamak soguktan korumak Aklıma hep
memleketimin taşlı duvarları gelir, Topraklı kerpiçli
ev bilmezdik. Memleketimin tasıda bir
cennetti sanki Korurdu bizi soğuktan kardan
yağmurdan.
Bu sürgün içimde sızı bitmez tükenmez anısı Ben
memleketime hasretim girer düşlerime Memleket bana
hasret bilmem ne etsek. Haber
almıştık yakın köyden birisi, Bizim köye
gelmişler bıyıklı iri yapılı Sorduk soruşturduk
hangi köyden diye. Bize köyden dışarı çıkmak
yasaktı, Muhtardan izin alınacakmış
meger Sorduk gelen balıklıçeşme
denmiş.
Bir Mart ayının sonlarıydı hava yagışlı Yollar
çamurlu yeni yeşilleniyor ekinler. Balıklıçeşme’ye
vardık sorduk kim bunlar, Memleketten yakın komşularmış
meger. Yusuf çavuş derlermiş kendisine,
Onlarda bizleri arıyorlarmış bu köyde,
Evlerine vardık ögle vakti bizleri görünce
, Tutamadık gözyaşlarımızı sarıldık birbirimize
Memleket hasreti görünür gözlerimizin içinde.
Konuştuk kendi dilimizle hasret giderdik birlikte
Akşam köyde olmamız gerekirdi kanun böyle.
Yusuf çavuş der ben hapisim sanki burada
Rüyalarımda hep Pülümür çayını görüyorum.
Sizler nasılsınız alıştınız mı durdugunuz yere
Alışamadık senin gibi buralara bizler de
Sonraları öğrendik hangi köylerde sürgün
Gelen insanlar var köylerini öğrendik.
Bizler onlara gittik onlar da bize geldiler.
Buralarda unutmuştuk hızır
muharremi, Kurbanlar kesmez olduk
yokluktan Bilmem ki nedir dertlerimizin
çaresi Sürgünler başımın belası,
İçimden çıkmaz yarası,
Unutulmaz bunca çekilen acı.
Böyledir dostlar böyledir
Ben de kalan hüzün ve sancısı
Rıza Şirin
19 Aralık 2012 Statallendorf
Faotoğraf: Melik Kaya
Sevgili Canlar, yoluna ve ikrarına bağlı olan her Alevi kendisini Alevi Haber Ağı’nın doğal bir muhabir olarak görmelidir.
Oturduğu mahallede, okuduğu okulda, çalıştığı iş yerinde, üyesi olduğu Cemevi’nde ve sokakat haber niteliği taşıyan her durmla ilgili bize görsel veya yazılı haber göndermelidir.
Bu istemimiz Alevi kurum yöneticilerimiz içinde geçerlidir.
Alevi Haber Ağı: Gerçekleri yazacak… Geçekler yazılırken sende katkını sun can…
Saygılar, sevgiler