Alevi Haber Ağı

Alevi Haber Ağı Web Sitesi

PİR SULTAN’I YARATAN TARİHİ SÜREÇLER

  • Rıza Aydı

Pir Sultan’ım Çelebi’ye

Eyvallahım var veliye

Yol oğluna yol diliyle

Yolun sırrın soran gelsin

Şakir Merhaba

Bugün, “ŞAH İSMAİL TARİHİ” diye Türkçeye çevrilen, Rumlu Hasan’ın “Tarihlerin en güzeli” anlamına gelen, “Ahsenü’t Tevârih” adlı kitabının okunmasını bitirdim. Kitap hem çok meşhur hem de Sah İsmail hakkında temel bir kaynak olmasına rağmen Türkiye’de 2004 yılında yayınlanmış. Pekte okunmuyor, çünkü çok kişinin kitabın öneminden haberi bile yok. Şakir Keçeli -Dede Babanın- sırf bu kitabı yayınlamakla Aleviliğe yaptığı hizmet kıyas kabul etmez. Derneklerimiz neden bu alanı hep ihmal ederler, bunun üzerinde düşünmek gerekir; bu apayrı bir konu, bu konuyu farklı bir zeminde konuşmak gerekir ama şimdi bunun yeri değil. Kitabı sende gördüğümü hatırlıyorum, ama yinede her ihtimale karşı Ankara’daki bir arkadaşıma not yazıp rica ettim, bundan birkaç tane alıp birinin de sana gönderilmesi için emminin oğluna bırakılacak.

Rumlu Hasan, önemli Safevi komutanlarından biri olan, bir dönem Kazvin valiliği de yapan Emir Sultan Rumlu’nun torunu, kendini böyle tanıtmayı yeğliyor; 1541 ile 1578 yılları arasında bizzat Safevi sarayında yaşamış, hem oradaki gelişmelere tanık olmuş hem de bilgileri oradan almış. Yani anlatılan tarihi olayların men bağından gelen, ilk elden bilgiler bunlar.

Son günlerde Şah İsmail ile ilgili okuduğum her iki kitapla ilgili bir yazı yazmayı, hiç olmazsa bunları tanıtmayı kurguluyorum ama şimdi bunu ileriki bir tarihe erteleyip, üzerinde seninle muhabbetler ettiğimiz iki konudan biri hakkında kısa parçalar yazıp sözü asıl konumuza getireceğim.

Birinci, Şah Kulu hareketiyle ilgili Rumlu Hasan şu bilgiyi veriyor. Şah Kulu bu hareket esnasında Hakka yürümüş, geride kalanlar bir kervana saldırıp talan ettikleri için, sadece bu suçtan sorumlu olanlar cezalandırılmışlar.

Kitapta, 1511/1512 yılının olayları anlatılırken şöyle deniyor: “Tekeli Şah Kulu Baba, Teke ili diye ünlenen Menteşe ve Germiyan vilayetlerinden bir gurup sufi ile Cem mertebesindeki Hâkan Dergâhı’na gitmek için ihram bağladı ve Azerbaycan’a yöneldi. Teke ili vilayetinin Egemeni Sultân Beyazıt’ın hizmetinde olduğu için, dört bin savaşçı atlıyla çok sayıdaki sufileri def etmek için harekete geçti. Şah Kulu Baba yüce gayretli gazilerle Rumları karşıladı. Askerler arasında çatışma ateşi alevlendi. Doğru yolda olanlar karanlıktan yana olanları yendiler ve onların komutanını öldürdüler. Rumlardan çoğu yakalandı ve tutsak edildi. Şah Kulu Baba tüm tutsakları kılıçtan geçirdi. Baba’nın zafer haberini alan Hânedan müritleri söz konusu vilayetin çevresinde silahlanarak, Baba’ya katıldılar ve Karaman vilayetini ele geçirmek için o civarda konuşlandılar.

“Sultan Beyazıt tarafından o vilayetin egemeni olan Karagöz Paşa durumu öğrenince, savaş amacıyla askerlerini düzenlemeye başladı ve tarafların karşılaşmasından sonra savaş ateşi yakıldı ve her iki taraftan da ölenler oldu. Fatih esintisi Baba’nın bayrağından yana esmeye başlayınca, Karagöz Paşa kaçmaya karar verdi. Sufiler de onları kovaladılar ve mallarına el koyarak, Sivas’a yöneldiler.”

Gördüğün gibi, Şah Kulu Baba ile birlikte hareket eden sufiler Erdebil’e (Hakanın Dergâhına- Şah İsmaile) gidiyorlar, Sultan Beyazıt’ın adamları da onların yolunu kesip buna engel olmak istiyor. Ortada bir isyan ya da başkaldırı yok.

“Bu yenilginin haberini alan Sultan Beyazıt, Sadrıa’zamı Hadım Ali Paşa’yı elli bin atlıyla Baba’nın üzerine gönderdi. Adı geçen paşa, karanlık gecede mızrak ucuyla Ay’daki lekeleri yok eden bir gurup askerle Sûfilere doğru harekete geçti. Şah Kulu Baba düşmanların gelişini öğrenince askerlerini düzenlemeye koyuldu ve beraberinde bulunan bin Habeşistanlı genci ordunun önüne yerleştirdi. Diğer yandan Ali Paşa da ordusunun sağ ve solunu düzenledi ve savaş meydanına geldi. Rum askerleri aniden gazilerin önünde bulunan piyadelere saldırdılar ve yaklaşık beş yüz kişiyi öldürdüler. Kalanlar ordunun ortasındakilerle birleştiler. İki kanadı merkez ile birleştiren Baba, kendini feda edercesine Ali Paşaya saldırdı.”

“Tanrısal yardımın esintisinin gelmesiyle beraber düşmanların yürekleri çarpmaya başladı. Ali Paşa yenilmiş ve kaçmaya başlamıştı.”

“Tekeliler, Ali Paşa’yı bir gurup Rumlu ile birlikte, pusuya düşürerek, kesici kılıç darbesi ve can alan mızraklar ile öldürdüler. Bu arada Baba da şehâdet şerbetini içti. Sûfiler Halife Baba’yı kendilerine komutan olarak seçtiler ve Erzincan’a yöneldiler. Bu belde civarında bulundukları sırada, beş yüz tüccarın çok miktarda mal ile Tebriz’den Rûm’a gelmekte olduğunu öğrendiler. Tamah güçleri harekete geçti ve ansızın gelen bir bela gibi o çaresizlere saldırdılar ve hepsini öldürdüler.

Şiir

Onlardan kurtulan olmadı,

Ecel başka canını kurtaran olmadı.

Onların mallarını yağmaladıktan sonra, Yüce Dergâh’a yöneldiler. O sırada Hâkan İskender Şan ( Kitapta Şah İsmail’den böyle bahsediliyor. Rıza) Horasan’dan dönmüş ve Rey yakınındaki Şehriyar’da konuşlanmıştı. Tekeli (Antalya civarına böyle deniyor. R) Sûfiler padişah alayına katıldılar ve niyaz ile onurlandılar. Hazret, tüccarları öldürdükleri gerekçesiyle onların komutanlarını cezalandırdı ve askeri emirler arasında bölüştürerek, hizmetine aldı” .

Var mı burada bir sorun, bence yok. Belki şu denilebilinir burada, eğer “Şah Kulu Baba şahadet şerbetini içmeyip” de Sufilerin yanında onların öncüsü olmaya devam etseydi, bu dervişler masum tüccarlara böylesi adi bir saldırıyı yapamazlardı; bu suçu işlemeselerdi yüce adalet sahibi Hakan’da yüce Dergâh’a gelen bu dervişleri yargılamazdı. Kitabın baş taraflarında, şiir şeklinde söylenen güzel bir söz var onu burada anmayı değer: “Adil ol ki, adaletin güçlü olsun / Adil ol ki adaletinin şanı olsun”.

Kitapta her yılın olayları anlattıktan sonra o yılda ölenler “ölenler” diye bir başlık altında ayrıca veriyor. Bu bölümün “Ölenler” kısmında Şah Kulu hakkında önemle not edilmesi gereken şu bilgiyi veriyor.

“Tekeli Şah Kulu Baba, Hasan Halifenin oğludur. Hasan Halife iki kez Sultân Haydar’ın ( Bahsi gecen kişi Şah İşmail’in babası. R) hizmetinde bulundu. Hazret onu sufilerden kırk kişi ile birlikte Çile-haneye gönderdi. Her birisine de, kırk günlük yiyecek ve içecek olarak, bir testi su ve bir parça ekmek verdi. Sürenin bitiminde çile-haneden çıktıklarında hepsi yiyeceklerini bitirmişlerdi ancak, Hasan Halife kendisiyle götürdüklerini aynen dönemin en büyüğüne geri getirdi. Mükemmel mürşit, ona izin verdi ve Teke vilayetine gönderdi. Oda orada kendi evine yerleşti. Sultan Haydar’ın sufilerinden Pire Sinan, toplantıda bulunanlara Hasan Halifenin geldiğini duyurdu. Fakat, Teke iline de yakıcı ateş getirdi diye ekledi. Yüce Tanrı Şah Kulu Baba’yı burada Hasan Halifeye bağışladı. Kış aylarında Teke Yahırlu topluluğunun yanında geçirirdi. Yaz aylarında ise, Tekermeşlu’ların arasında bulunurdu. Kerametleri vardı, (bu nedenle de) halk kendisine bağlanırdı. Daha önce anlatıldığı gibi Rum’da (Anadolu) ayaklandı” .

Bu parçayı, şunun iyice anlaşılması için böyle uzun uzadıya aldım, Urum diyarında Kızılbaşlık faaliyetlerini yürütenler yeri geldikçe Osmanlıya karşı yiğitçe direnişler sergileyenler, son derece gelişmiş, bir tarikatın (Safevi Şeyhlerinin) rahleyi tedrisatından geçmiş olgun insanlar. Tekkeden aldığı ışığı o diyarlara saçmak için gönderilmiş dervişler-dailer. Bunlara sıradan köylüler gibi bakamayız.

Şimdi gelelim, üzerinde asıl durmak istediğim konuya: kitabın iki yerinde, bizim Pir Sultanımız olduğunu sandığım bir kişi hakkında şöyle bilgiler veriliyor:

Örneğin: 1513/1514 yıllarında olayları anlatılırken şöyle deniyor:

“… Çatışma sırasında üstünlük bayrağı taşıyan ordunun öncü güçleri Rumlu Piri Sultân, düşman yakan gazilerin tamamıyla birlikte Serafraz Bağı’nda çatışmaya katıldılar ve o kötü talihlinin adamlarından yaklaşık üç yüz kişiyi öldürdüler. …”

1521/1522 yılının olayları anlatılırken de şöyle deniyor:

“… Gaziler kaleyi sağlamlaştırmaya uğraştılar. Rûmlu Piri Sultân, Rumlu Halifesi Sûfileriyle Irak kapısın, Emir Yusuf oğlu Emir Muhammed de Melik kapısını korumaya aldılar.”

Şimdi kafamdaki soru şu: Acaba burada adı ” Rûmlu Piri Sultan” diye geçen kişi bizim Pir Sultan(ımız) olabilir mi? Ben bu kanıdayım.

Ali Haydar Avcı, Pir Sultan ile ilgili “Bize de Banaz’da Pir Sultan Derler” adlı kitabının 132 numaralı dipnotunda şöyle bir bilgi veriyor: “1459 yılında Şah Tahmas’ın Anadolu’ya yürüyüşü ve gerginliklerin arttığı dönemde halifeler arasında Rumlu (Sivaslı) Pir Sultan Halife adında bir halifenin adı geçmektedir. Adı geçen bu halife Banazlı Pir Sultan Abdal olabilir mi?”

Acaba bu dönemden sonra, Pir Sultan Banaz’a gelip yerleşmiş ya da geri dönüp orda faaliyetlerini yürütürken bir ihbar (muhbir) sonucu yakalanıp Sivas’a götürülmüş olabilir mi? Pir Sultan bir nefesinde bir ihbarcıdan (muhbirden) yakındığı dizeleri vardır. Şimdi böyle bir dizenin geçtiği nefese bakalım.

Banaz’dan sürdüler bizi Sivas’a

Erler himmet edin ben gidiyorum

Garipçe canıma kıldılar ceza

Erler himmet edin ben gidiyorum.

Gidi kâfir gelir dedim imana

Kuzular ağlıyor hem yana yana

Getirip de hapsettiler zindana

Erler himmet edin ben gidiyorum.

Baktı didelerim yoldan kalmadı

Güzel Şah’a gelir dedim gelmedi

Pirimizden bize himmet olmadı

Erler himmet edin ben gidiyorum.

Urganım çekildi sığındım dâra

Üstüme döküldü ağ ile kara

Muhbirin üstünde çıralar yana

Erler mürvet edin ben gidiyorum.

Pir Sultan Abdalım belim büküldü

Aktı gözüm yaşı yere döküldü

Âhir urgan boğazıma takıldı

Erler mürvet edin ben gidiyorum

Bu deyişin Şah beyitinde geçen “Âhir urgan boğazıma takıldı” sözüyle Pir idam sehpasına çıkmadan önce Banaz’dan Sivas’a (Rum’a) getirilirken boğazına takılan urganı anlatıyor olabilir mi?

Bundan sonra, Pir Sultanın nefeslerini yeniden okurken birçok şeye dikkat ederek okumak gerekir. Belki başka nefeslerinde de bu anlama gelecek sözler vardır.

Bunlar ham bilgiler. Bunların üzerinde muhabbetler edip hem konuyu hem de söylemimizi pişirmemiz gerekiyor. Senden cevap bekliyorum. Bu konuda ne diyeceksin merak ediyorum.

Şimdi burada, “Rumlu” tabiri üzerinde de durmamız gerekiyor. Konunun iyice anlaşılması için bu şart. Rum, Rumlu ne anlamlarda kullanılıyor onu iyice iyice bilince çıkarmamız şart.

Türkler bu topraklara geldiklerinde bura doğu Romanın sınırları içindeymiş, bu yüzdende ülkelerinin bu bölgesine, ülkeye güneşin ilk doğduğu yer anlamında Anatolia derlermiş; Anadolu bu sözcüğün Türkçeleştirilmesinden doğmuş. Türkler bu diyarı Rum ülkesi, Rum diyarı, Rum eli diye görüp; bunu kendi dillerinin yapısına uygun bir hale sokarak buraya “Urumeli, Urum diyarı, Urum ülkesi” demeye başlamışlar. Zamanla bu oturmuş. Bu söyleniş, “Urumeli”, “Urum diyarı” söyleyişi Türk dilinin yapısına uygun bir söyleyiştir.

Ancak o zamanlar, devlet gücünü elinde bulunduran hanedan sınıfları Türkçeyi gelişmemiş, sefil bir dil olarak gördükleri için ya Arapça ya da Farsça konuşurlarmış; ya da Osmanlının yaptığı gibi bu iki dilin, Arapça ile Farsçanın gayrı resmi birleşmesinden, karışımından yeni bir dil icat ederek buna Osmanlıca demişler. Bu üç dilde de “R” harfiyle sözcük başlıyor. Bu dillerin mantığı Arapçanın ya da Farsçanın mantığı ile yürütüldüğü için bu bir sorun teşkil etmemiş. Bu yüzden bunlar bu topraklara da Rumeli, kendi orijinal tabirleriyle söylersek “Diyar-ı Rum” demişler. Şöyle konuşulurmuş örneğin, Konya’da yaşayan Celal Efendi ya da Celal sultan tanımlanırken bütün Rum ülkesinin efendisi – sultanı Celal anlamına gelen bir tabir kullanırken şöyle yapmışlar: Farsçada efendi sultan manasına gelen Mevlana tabirini yeğleyip “Mevlana Celalettin-i Rum-i” demişler. Mevlana konusunun uzmanı olan Abdul Baki Gölpınarlı “Mevlana hazretleri halkın diliyle Fars halkı gibi Farsça konuşurdu” diyor. Farsça konuşulunca da tabirler doğal olarak o dilin yapısına uygun oluyor. Bu tabiri Farsçadan, Türkçeye çevirirken eğer cümledeki dil yapısını değiştirmezseniz olmuyor; örneğin şöyle bir cümle çıkıyor ortaya: Efendisi Celalettin Rum ülkesi; burada sadece sözcükleri Türkçeleştirmeyip de tabiri Türkçeleştirince, (Türkçeye çevirince) şöyle diyoruz Rum elinin efendisi Celalettin. Bir dilden bir dile çeviride bu demek, bir dildeki manayı başka bir dilin mantığı ile o dilde konuşmak demek, yoksa yabancı sözcüklerin o dilde karşılığını yazmak demek değil. Eğer cümlenin mantığı o dilin mantığına uygunsa, cümledeki bilinmeyen sözlerin karşılığını bilinir sözcüklerle değiştirirseniz de cümle anlaşılır hale gelir yok eğer cümlenin yapısı o dilin yapısına uygun değilse bilinmeye sözlerin bilinen karşılıklarını (Türkçelerini örneğin) yazınca olmaz; ortaya anlamsız bir yapı çıkar. Örneğin, “Efendi Celattin Rumlu” gibi.

Bilindiği gibi o zamanlar Işık Tayfası, Işıkçı, Kızılbaş, Kalenderi, Haydari, Abdal, Bektaşi diye adlandırılan bu gurupların Tümü Anadolu’ya Urumeli = Urum diyarı diyorlar. Bu günlerde Türkçe denilip, bir devletin içindeki ortak iletişim dili haline gelen, herkesin konuştuğu bu dil o günlerde sadece bu gurupların konuştuğu bir azınlık dili. Bu dil o zamanlar her şeyden önce tekkelerin eğitim diliydi. Tekkelerde yetişip Cihanı irşad etmek için dünyanın dört bir yanına gönderilen dervişler, dedeler, ozanlar bu dili konuşur bu dille ibadetlerini yaparlardı; beksi, ozan aşık diye adlandırılan kişiler nefeslerini tekkelerde konuşulan bu dille söylediler, bir azınlık dili olan bu dil zamla ortak dil haline geldi. Bunların dillerinde sözcükler (kelimeler) “R” harfi ile başlamazdı, yabancı dillerden ödünç aldıkları bu tür sözcükleri de başına “u” ya da “i” gibi bir harf koyarak kendi dil yapılarına uydurarak söylerlerdi. Örneğin Ramazan yerine “Iramazan”, Rıza yerine “İriza” Rumeli yerinede “Urumeli” diyorlardı. Tekke ozanlarının deyişlerinde, türkülerinde bu hep böyle geçiyor; örneğin “Urum Abdalları gelir dost deyü” ya da “Urum eli limanına oturmuşum, oturmuşta bir türkü tutturmuşum” diyorlar. Pir Sultan nefeslerinde hep böyle diyor. Bundan sonraki ozanlarımızda bunu böyle söylüyorlar örneğin: Aşık Veli, “Sakının ey sevdiğim Urum kışıdır, yağmur yağar cıvgaların üşüdür” diyor, Veysel baltasını çaldığından kuşkulandığı Rızaya yazdığı şiirinde İrizamı senin adın nittin baltayı baltayı” diyor; ne acıdır ki bu günlerde bunların ayırımında olmayan kimi kişiler Veysel’i düzeltip, bu şiiri “Rızamı senin adın” diye söylüyorlar. Bilmiyorlar ki o zaman şiirin hem kafiyesi hem de yapısı, hece ölçüsü bozuluyor, Veysel kafiyesi bozuk hece ölçüsü uymayan böyle bir şey der mi bunu düşünmüyorlar. Nurullah Ataç’ı da böyle düzeltirlermiş, Ataç ne yapsın kendini düzelten bu bilmişlerle baş edememiş.

Bütün Anadolu’ya Urumeli (Rumeli) dendiği gibi özel olarak Sivas’a da Urum diyarı ya da kısaca Urum diyorlar; bu yüzden Rumlu ya da Urumlu tabiri birçok yerde Sivaslı anlamında kullanılıyor. Osmanlı belgelerinde ise bu hepten böyle, örneğin Padişah fermanlarında “Rum Beylerbeyliğine” diye yazılan fermanlarda Sivas eyaleti kastediliyor.

Bu kitapta geçen Rumlu (ya da Sûfiyan-i Rumlu) tabiriyle anılan üçüncü bir yer daha vardır onun hikayesi de şöyle. Aksak Timur 1402 de, “Ankara Savaşı” diye bilinen meydan muhaberesinde Yıldırım Beyazıt’ı yenip geri yurduna dönerken esir aldığı otuz bir (30 bin) Türk savaş esirini de beraberinde götürür. Timur yurduna dönüş yolunda Erdebil tekkesine uğrar orda Erdebil tekkesinin şeyhi olan Hace Ali’den çok etkilenir. Şeyhten kendisine ne gibi hizmetlerde bulunabileceğini ısrarla sorar, şeyhte hiçbir ihtiyacının olmadığını bütün ihtiyaçlarının halk tarafından karşılandığını söyledikten sonra yanında götürdüğü esirleri kendisine bağışlamasını ister. Timur şeyh Hace Ali’nin bu isteğini kabul edip otuz bin Türkmen esiri Hace Aliye bağışlar. Hace Ali bu Türkmenleri Erdebilin bir bölgesine yerleştirir. Bu bölgeye (mahalleye) Urumlu (Rumlu) denmeye başlanır. Bu bölgenin insanları da bundan sonra Rumlu ya da o zamanki söylenişiyle Sûfiyanı Rumlu diye anılır olur . Yazarımız Rumlu Hasan bunlardan olsa gerek.

Erdebil Şeyhi Hace Aliye bağışlanan bu askerler, burada Safevi Tarikatının Rahleyi Tedrisatından geçtikten sonra bir kısmı memleketlerine gerisin geri geldikleri yerlere dönerler, bir kısmı da orada kalır. Rivayet edilir ki Anadolu’da yani Urumdiyarın da Kızılbaş örgütlenmesini yapan, bu çalışmaları yürütenlerin çoğu bu kişilerin torunları ya da onların aydınlattığı guruplardır. Gel de şimdi burada Ernest Mandelin küçük dev eserinde anlattığı o hakikati anma. Bu türden konuları işlerken Mandel şöyle diyor: “Görünüşte ‘kendiliğinden hareketlerin’ üzerindeki mavi boyayı kazırsanız, alttan muhakkak parlak bir kaplamanın kızıl tortusunu bulursunuz” .

Sevgili Şakir, bu mektubu yazıp bitirince, Rumlu Hasan’ın Ahsenü’t Tevarih adlı kitabın birinci cildini de Türk tarih kurumunun yayımladığını öğrendim. Hemen onu da alıp okudum.

Hasan Rumlu’nun “Ahsenü’t Tevâhir” adlı eserinin ardıç yayınlarından çıkan kitabı, 1524 yılı olaylarını anlattığı Şah İsmailin Hakka yürümesiyle bitiyor.

Hasan Rumlunun kitabının, Türk Tarih Kurumu yayınlanan birinci cildide 1404 yılı olayları anlatılarak başlıyor 1493 yılı olayları anlatılarak bitiyor.

Hasan’ı Rumlu’nun Türk Tarih Kurumunca yayımlanan kitabında, kitabı İran’da yayınını hazırlayan Dr. Abdü’l -Hüseyn- Nevai’nin, Hasan’ı Rumluyu tanıtan uzunca bir önsözü var. Bu önsözde, Hasan’ı Rumluyu anlatırken, Türkçede yayınlanmayan 1539 tarihi olaylarını anlatırken şöyle diyor: “Bu yılda Kazvin ve Savuh Bulag valisi Emir Sultan-Rumlu, Tebriz’de vefaat etti. Onun torunu olan bu satırların yazarı değersiz zerre, koruculuk hizmetine getirildi. Birliğini, iç temizliğinde akranlarından üstün olan Pir Sultan Halife’ye verdiler.” Sayfa 4. (Pir Sultan Halife sözcüklerini ben siyahlaştırdım.) Böylece Rumlu Hasanın kitabının en az üç yerinde Sivaslı Pir Sultandan söz ettiğini öğreniyoruz. Kitabın tümü yayımlansa belki başka yerlerde de bu zattan söz ediliyordur.

……………

Sevgili Şakir, fırsat yaratıp konuşabilsek iyi olur. Burada bu konularda muhabbet edecek kimseler bulamıyorum. Muhabbeti özlemişim.

Sevgiler. Selamlar. 7 Eylül 2010

Not yazıya eklenecek Ihtırımcı yazımdan aldım.

Fuad Köprülü “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı kitabında, o zamana kadar, Türk dilinde eşi benzeri olmayan bir şiir geleneğinin kurucusu olarak Yunus Emre’yi anlatırken şöyle der: “… her şahsiyet, hattâ Yunus Emre gibi ibtidâi ve işlenmemiş bir lisâna rûhun his inceliklerini samimiyetle yaşatacak ilâhi bir mâhiyet veren dahîler bile, mutlakâ sosyal çevrelerinin mahsûlüdürler” .

—————-

dipnotlar

Nefesin tümü için bak, Ali Haydar Avcı, “Bize de Banaz’da Pir Sultan Derler,” sayfa 42. Cumhuriyet yayınları birinci baskı 2004

Rumlu Hasan, Şah İsmail Tarihi (Ahsenü’t Tevarih). Ardıç Yayınları, birinci baskı 2004. sayfa 155

Rumlu Hasan’ın burada neyi kasdettiği tam anlaşılmıyor bence Çilehane deyince Sulucakarahöyük’teki (Hacıbektaş’taki çile hane de anlaşılabilinir.

Rumlu Hasan, Şah İsmail Tarihi, sayfa 157-158

Rumlu Hasan, Şah İsmail Tarihi, sayfa, 170

Rumlu Hasan, Şah İsmail Tarihi, sayfa, 213

Ali Haydar Avcı, “Bize de Banaz’da Pir Sultan Derler”. Cumhuriyet yayınları birinci baskı Mart 2004. sayfa 108, 132. dipnot.

Bu nefesi de Ali Haydar Avcının kitabından yazdım. Sayfa 120–121. buna benzer başka bir nefesindeki dizesi de şöyle: “Bir hal ile biz onlara katıldık / Kemlik ile dışarıya atıldık / Bir münkirin tuzağına tutulduk/ ulaş yetiş Pirim İmam Hüseyin. Ade sayfa 117

Hace öğretmen öncü demek. Eski Tarihlerde Hace Ahmed-i Yesevi, Hace Bektaş gibi geçen tabirleri bu günlerde bir el çabukluğuyla Hacı ya çevrildi. Hace sözcüğünün Hacı sözcüğü ile hiçbir yakınlığı, akrabalığı yok.

Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız Valther Hınz, “UZUN HASAN ve ŞEYH CÜNEYT”, Türk Tarih Kurumu yayınları. 2.baskı, sayfa 8–9.

Ernest Mandel, Leninist Örgüt Teorisi. Köz Yayınları, birinci baskı, İstanbul, Mart 1977, Sayfa 34..

Fuad Köprülü. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. S.217

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir