ANA, ANA TANRIÇA, KADIN…

– Ali Yıldırım –
İnsanın çevresini anlama tanıma ve kavrama süreci yalnız bir merak konusu olmanın çok ötesinde bir anlam taşımaktadır: Varoluş…
Her canlının temel içgüdüsünün yaşamak, hayatta kalabilmek, varlığını devam ettirebilmek olduğu tartışma götürmez.
Milyonlarca yılı bulan insanlaşma sürecinde insan doğanın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Yaşamasını tümüyle doğanın ona sunduğu olanaklara borçludur. Ancak doğada varolanı toplayarak, avlayarak varlığını idame ettirmiştir.
Kendi yaptığı, ürettiği aleti kullanması doğaya karşı kendi iradesini ele alma noktasında başlangıcı oluşturur. Ama hala doğanın ona sunduklarıyla sınırlı bir irade özgürlüğü. Toplayacak bitki yoksa, avlayacak hayvan yoksa aletin bir işe yaraması da sözkonusu olamaz.
Doğanın bereketi, doğurganlığı insan hayatı hayatını çepeçevre kuaşatmaktadır.
Doğa ne verirse ancak o kadarını alabilirsin! O kadar var olabilirsin!
Bolluk/kıtlık, doğurganlık/kısırlık doğanın özelliklerindendir. Çevresini anlama sürecinde insan ilk olarak bunun ayrımına varacaktır.
Doğada her bahar bitkiler yeşermekte, yazın meyvelerini vermekte, güz gelince sararmakta, kışın kurumakta, bu döngü her yıl kendini tekrar ederek sürüp gitmektedir. Bu çevrim insanın avladıkları hayvanlar için de geçerlidir. Hayvanlar otların, suların bollaştığı baharda yavrulamakta, yazın ise yavrular büyüyüp gelişmektedir. Kışın doğacak bir yavrunun ise yaşama şansı bulunmamaktadır. Tüm canlıların doğada birbirlerine bağlı bir yaşam zinciri de mevcuttur. Bir halkanın eksik olması zinciri kopartacak, eksik hale getirecektir.
İnsan doğanın kendi canlılığını sürdürebilmesinde göksel olayların da son derece etkili olduğunu gözlemleri sonucu keşfetmiştir. Görmüştür ki baharda yağmur yağıyor, bitkiler boy atıyor, onu yiyen hayvanlar serpilip çoğalıyor. Kurak zamanlarda ise doğa kuruyor hayvanlar telef oluyor. Bitki ve hayvan varlığına bağlı kendi varlığı da bu zamanlarda tehlikeye giriyor. Zamanında, kararında yağacak olan yağmur umut olmakta, yaşama sevincini ortaya çıkarmaktadır. Yağmura haberci olarak işitilen gök gürültüsü, çakan şimşekler bu durumda bir anlam ifade etmeye değer taşımaya başlayacaktır. İnsanlık bu olguları belleğine yazacaktır.
İnsan birey olarak kendi doğumunu elbette göremez, bilemez, anlayamaz. Ama bir başka canlının doğumuna tanık olur, bu doğumu görür. Bitkilerde, hayvanlarda, topraktaki bu yaratılış, doğum, varoluş çevrimini, doğanın gizini bizzat yaşar.
VAREDEN KADIN
İnsanın doğada gözlemlediği tüm bu yaratıcı, varedici gizemi kendi cinsinin kadın olanında keşfetmesi insan bilincinde çok önemli bir sıçramadır.
İnsan görmektedir ki ister dişi ister erkek olsun her insan bir dişiden doğmaktadır. Kadının karnı yavaş yavaş büyümekte, vücudunda gözle görülür bir takım değişimler ortaya çıkmakta, kadın karnında bir varlık taşımakta ve bir an geldiğinde kadın kendisi gibi bir insan dünyaya getirmektedir. İnsanlık bilinci çok uzun zamanlar boyunca bu doğum olayında erkek cinsinin bir işlevinin, bir katkısının olduğunu anlayamamış, kavrayamamıştır. Bunu da çok doğal görmek gerekir, kadın erkek arasında bir anlık yaşanan bir birleşme böylesine büyük bir sonuçta ne kadar anlam ifade edebilir ki?
Görülmektedir ki rahim olma özelliği taşıyan yalnızca kadındır, çünkü canlının oluştuğu, içinde insan halini aldığı, varolup geliştiği kadınlık organı yalnızca insanın dişisinde bulunmaktadır.
Kuşkusuz doğurabilmek çok önemli eşsiz bir özelliktir. Ama yetmez. Dünyaya getirilen canlının yaşayabilmesi de gerekir. İşte bu süreçte daha doğum anından başlayarak kadının Rahman özelliği devreye girecektir. Doğurduğu yavruyu emzirerek, bedeninin içindeyken canından beslediği yavrusunu ilk sütü ile doyurarak yaşatmaya başlayacaktır. Erkeğin yaratmada esaslı bir katkısı bulunmadığı gibi yaşatmada da katkısı sınırlıdır.
İnsan aklı şu durumu net olarak anlayabilmemketir:
İnsanı vareden ve yaşatan kadındır.
Doğaya ait olan bu varetme yaşatma özelliğini kadında bulan insan tecrübesi doğanın özellikleri ile kadının özelliklerini özdeştirecektir.
İnsanın kendi dışında gelişen ve varlığının asli unsuru olan doğa olaylarını ilgiyle, şaşarak, merakla anlayıp kavrama arayışı doğa olaylarını etkileyebilme ritüelleri icat ederek serüvenine dönüşür.
Yaşamak için doğanın gazabından korunabilmek gerekir. Fırtınadan, selden, kuraklıktan uzak olmak gerekir. Kendisi kızdığında, gazaba geldiğinde kendisine neler yapıldığı sakinleşiyor ise o da aynısını doğaya karşı yapmayı düşünür. Kendisinin dışında büyük bir güç olan doğanın öfkesini önlemek, gazabını dizginlemek hayatın devamının temel şartıdır.
İnsan beyni harekete geçer. Doğa eğer kadına benziyorsa, doğanın özellikleri kadında varsa onu simgeleyecek olan da bir kadın figürü olabilir ancak. Doğanın benzeri, sıfatı, zatı olarak kadın.
Doğanın yaratıcı ve varedici gücü insanın önünde eğildiği ilk kutsal olur.
KUTSAL KADIN SIFATLI OLACAKTIR
Yani insanın kendi somut varlığı dışında ve fakat varlığı için vazgeçilmez olan doğa güçleri ancak elle tutulur gözle görülür maddi bir şekle büründürülebilirse onunla bir ilişki kurulabilir.
İnsan bilinç birikimi şunu anlar ki doğanın erişilmez gücü, doğa kutsalı ancak bir kadın imgesinde somutlanabilir.
Erişilmez gücü somutlayarak ilişki kurma biçimi insanın kendi kutsalını yaratması oyması biçimlendirmesi şeklinde ortaya çıkacaktır.
Kutsal doğa ancak kadın olarak somutlanabilir, kutsal ancak bir kadın sıfatlı olabilir. Canlıyı bedeninde vareden, büyüten, doğuran kadın… İri kalçalı, dolgun memeli, şişkin karınlı…
Artık kutsalımızın şekli, şemali, sıfatı tamamlanmıştır.
KUTSAL ANA: WİLLENDORF VENÜSÜ
Tarihte bilinen ilk kadın tanrıça Willendorf Venüsü olarak adlandırılmıştır. Arkeologlar kutsal ananın yaşını günümüzden 25.000 öncesine tarihlendirilmektedir.
Avusturya’nın Willendorf şehri yakınlarında 1908 yılında bir demiryolu yapımında bulunan kireçtaşından yapılma heykelin boyu 10.6, genişliği 5.7, derinliği ise 4.5cmdir.
Heykel yukarıda betimlediğimiz doğa kadın özdeşikliğinin tüm unsurlarını bünyesinde barındırmaktadır.
Dolgun göğüsleri, iri kalçası ve şişkin göbeği ile insanı yaşatacak doğurganlık ve bereketin tipik bir simgesidir.
30 BİN YAŞINDA TANRIÇA
Kutsalın kadın olarak tasarlanması tek bir örnekten ibaret değildir. Tam tersine insanlık tarihinin kutsalı yarattığı günden erkek tek tanrılı dinlerin ortaya çıktığı zamana kadar varlığını devam ettirmiştir.
Çek Cumhuriyetinde 1924 yılında bulunan Dolní Věstonice Venüsü günümüze kadar bulunan en yaşlı Ana Tanrıçadır. 30 bin yaşında olduğu saptanan heykel de 11 cm boyunda olup biçimi itibariyle kutsal doğa ananın tüm özelliklerini taşımaktadır.
Kutsalı kadın olarak düşünmenin ve varetmenin tarihi önümüzdeki yıllarda elde edilecek buluntularla çok daha eski zamanlara çekilebilecektir.
Varolan buluntular dahi şunu net biçimde ortaya koymaktadır:
İnsanlık tarihinin çok büyük bir kesitinde kendi doğasına uygun olarak kutsalı kadın olarak görmüş, Ana tanrıça inancıyla yaşamıştır.
TANRIÇALAR VATANI ANADOLU
Anadolu uygarlığın şafağının attığı bir coğrafyadır. Yaşadığımız toprakları, Anadolu’yu Ana Tanrıçanın vatanı olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Türkiye’deki hemen hemen bütün neolitik kazı alanlarında bizi Ana tanrıça karşılamaktadır. Bunlardan en bilineni Çatalhöyük ve Hacılar kazı yerleridir.
Bu merkezlerde artık tarıma geçilmiş olduğundan kutsal ilişkisi bu kez toprak ile kadın arasında daha somut bir hal almış durumdadır: Toprağın bolluk ve bereketi ile kadının doğurganlığı kutsalı elle tutulur kılmıştır.
Anatanrıça sınıfsız bir zamanın kutsalıdır. Tüm insanların eşit ve can olarak görüldüğü bir sürecin ürünüdür. Hiyerarşinin, devletin, sınıfları henüz ortaya çıkmadığı her insanın yeteneğine, gücüne göre iş görüp ihtiyacına göre üretimden pay aldığı doğa yasalarının üstünde bir hukukun var olmadığı doğal toplum halinin bir ilahıdır. Rahim ve rahmandır. Koruyandır, kollayandır, gözetendir.
Anatanrıça doğuran ve doyurandır. Erkek tanrı doğuramaz ve doyuramaz, bu kadınlık halidir.
İNSANLIĞIN SONU
Sınıflı toplumun ortaya çıkışı her ne kadar uygarlığın başlangıcı olarak ileri sürülse de insanlığın doğal halinin sonu getiren bir sürecin adıdır. Toplumun hiyerarşik bir yapıya bürünmesi ile insanlıkla birlikte Anatanrıçalar dönemi de sona ermiştir. Doğal halin yıkılarak ortadan kaldırılması insanlığa ve kadına yönelmiş bir karşı devrimdir. Tanrıçalar tahtından indirilir ve yerini her şeye hakim erkek tek tanrı alır.
Tanrı olan kadın artık erkeğin eşiti olarak bile görülmez. Yaratan, doğuran kadın yeni düzene uygun erkekçe bir anlatı ile erkeğin en işe yaramaz olan kaburga kemiğinden yaratılır. Her insanın ancak ve yalnızca bir kadından yaratıldığını herkes bilmekte iken bir işe yaramaz kemikten kadın yaratma anlatısı insan aklına yapılmış büyük bir saldırıdır.
Yazar Merlin Stone, ‘Tanrılar Kadınken’ adlı son derece değerli kitabında tüm bu süreci arkeolojik verilerle kapsamlı bir biçimde ele almıştır.
Tanrıçanın düşüşü diye adlandırabileceğimiz olaylar dizisi sınıflı toplumun tarihinin de başlangıcı olan Sümer uygarlığında yazının kullanılmasıyla ortaya çıkar. Tarihin başlangıç noktası –ki bu yazının kullanımıyla ifade edilir- kadının da sonu demektir. MÖ 2’lere geldiğimizde erkek tek tanrı belirmeye başlayacak ve sonrasında da artık hep onun hükmü geçerli olacaktır.
Simone de Beauvoir bu yeni süreci şu şekilde özetleyecektir: ‘Erkeklerin yazdıkları yasaları onaylayan bir tanrıya sahip olmak gibi bir üstünlükleri vardır; kadınlar üzerindeki mutlak yetkenin onlara Yüce Tanrı tarafından bağışlanmış olması da bir talihtir. Bütün öbür dinlerin yanı sıra, Yahudilikte, Hıristiyanlıkta ve Müslümanlıkta erkeğin efendiliği tanrısal bir haktır; dolayısıyla Tanrı korkusu, ezilen kadınların başkaldırıya yönelik bütün tepkilerini bastırır.’
YOLUMUZ KADINA ÇIKAR
Alevi yolu kendisine insanlığın doğal durumunu esas almıştır.
Bu anlamıyla tarihimiz kadının kutsallığı kadim zamanına uzanır.
Alevi erkanında sınıf ve hiyerarşi sözkonusu değildir. Bu yolda herkesin can olarak çağırılmasıyla anlam kazanır.
Kadın erkek, yaşlı genç, varlıklı yoksul yolun her mensubu yolun nazarında sıfatlarından soyulmuş olarak can halindedir.
Şurası çok açıktır ki zamanın başlangıcında hiyerarşinin ve sınıfları belirdiği demde tüm insanlık iki çizgi üzerinden var olmuş ve kendisini tanımlamıştır.
Bu yollardan ilki kadın doğa merkezli, eşitlikçi kadim insanlık çizgisidir.
İkinci yol ise şeriatı oluşturur ki bu hiyerarşik, erkek egemen, insanı kullaştırıp hiçleştiren anlayışın çizgisidir.
Alevi yolu kadim birinci yol olarak varlığını bu güne ulaştırmış, taşımıştır.
Dişi tanrıya tapma geleneği Anadolu’da Yeni Taş Çağı boyunca egemendi. Hatta o dönemde kadın tanrı baş tanrıydı. Hattilerin “Vuruşemu”, Hurrilerin “Hepat”, Hititlerin “Arinna’nın güneş tanrıçası”, Geç Hititlerin “Kupaba” ve Yunanların “Kybele” olarak adlandırdıkları tanrıçalar aynı geleneğin ürünleridir.
Anadolu Alevi coğrafyasının merkezinde uygarlığını gerçekleştirmiş olan Hititlerden bize miras bir yoldur bu.
Onlar için rahim ve rahman olan kadın yani tanrıça birdi, tekti eşsizdi.
Tabletlere şöyle yazmışlardı bu inançlarını:
‘Büyük Güneş Tanrıçası Arinna,
Sen saygın bir tanrısın.
Adın öbür adlardan üstün tutulur;
Senin tanrısallığın öbür tanrılarınkinden üstün tutulur;
yalnız bu mu Ey Güneş Tanrıçası,
öbür tanrılar arasında da en saygıdeğer yalnız Sensin;
Ey Güneş Tanrıçası en büyük yalnız sensin;
yok hayır,
hiçbir tanrı seninle kıyaslanacak kadar saygın ya da büyük olamaz …’
Günümüz için her gün tersinden duyduğumuz ne kadar tanıdık sözler değil mi?
ANA TANRIÇADAN KADINCIK ANAYA
Alevi yolunda Hacı Bektaş Veli serçeşme iken ona yol gösteren, hanesine alıp, kollayıp gözeten bir kadındır: Kadıncık Ana…
Bolluğun, bereketin simgesidir o.
Hacı Bektaş’ın Rum ülkesine güvercin donunda gelmiş olması da bir rastlantı değildir. Çünkü güvercin kutsal ruhu simgelediği gibi coğrafyamızda da Ana Tanrıça’nın bir sıfatını temsil eder.
Yine Hacı Bektaş’ın gelişini Rum Erenlerine bildiren de Kadıncık Ana’dır. Hacı Bektaş hakka yürüdüğünde dergahı derleyip toparlayan, Anadolu’nun dört bir tarafına gidecek olan dervişlere el veren yine O’dur.
Yolumuz kadimdir, doğaldır, kadındandır…

Sevgili Canlar, yoluna ve ikrarına bağlı olan her Alevi kendisini Alevi Haber Ağı’nın doğal bir muhabir olarak görmelidir.
Oturduğu mahallede, okuduğu okulda, çalıştığı iş yerinde, üyesi olduğu Cemevi’nde ve sokakat haber niteliği taşıyan her durmla ilgili bize görsel veya yazılı haber göndermelidir.
Bu istemimiz Alevi kurum yöneticilerimiz içinde geçerlidir.
Alevi Haber Ağı: Gerçekleri yazacak… Geçekler yazılırken sende katkını sun can…
Saygılar, sevgiler